10 Ekim 2011 Pazartesi

Başka türlü ya da başka türle aşk... // Sevmek zorunda değilsiniz, ama…



Başka türlü ya da başka türle aşk...


Aşk üzerine dünya dillerinde çok şey yazıldı, söylendi. Tabii, Türkçe’de de... Hatırlıyorum da, “ilk aşk unutulmaz!” diye, “aşk” sloganlaştırılıp siyasi parti faaliyetinin yapıştırıcısı, çekim merkezi daveti olarak bile kullanılmıştı. Önceleri belli bir kesimi toplayabilen o partide şimdi “aşk” mı bitti, yoksa “ilk aşk” tutkusu mu; henüz belli değil. Bilinen, aşkın ayakları yerden kesen, vücut kimyasını değiştiren, dünyaya başka türlü baktıran, insan türünün kendi türleriyle ilişkilerinde de sürdürdüğü “kibirli” duruşunu kıran bir şey olduğu...

Başka “”tür”den bir canlı ile iletişim kuranlar, hele de onlarla yaşamı paylaşanlar bilirler elbette. Onlarla kurulan iletişim de zamanla, tarif edilemez bir başka türden aşka dönüşüverir. Hem de, bu aşk insana –çok fazla bilmediği- kendi türüyle daha derin, daha sahici aşklar yaşamanın sihirli, gizemli anahtarını verir. Üstelik "çaktırmadan...”

* * *



Epey bir zamandır yayınlanmayı bekleyen ‘Yaşam savunusu’ adlı kitabım, 32 yıldır hak savunuculuğu çizgisini ödünsüz sürdüren Belge Yayınları’nın “Doğa ve hayvan hakları” dizisinin ilk kitabı olarak sonunda yayınlandı ve okurla buluştu. Kitaba yazdığım notta belirtmişim; “uzayın derinliğine ve sonsuzluğa bırakılmış haykırışlardı. Yankı buldu, şimdi de kitap oldu...” diye. Haykırışlarımı kitaba dönüştürmeyi tasarlarken yazdığım bir başka notta ise şöyle demişim: “yemeğini vermeden ve akşamki gezintisine çıkarmadan, eve gelir gelmez doğrudan bilgisayarın başına geçtiğimde, bana sinirlenen ve başımda homurdanıp, havlayıp, pantolonumun paçasından çekiştirerek ‘görev başı’ yaptıran, ama hiç darılmayıp, hep bağışlayıp daima seven Cindy...” 

Kitap bu notla çıktı ama... O artık yok!

Annesinin doğumunda başında idim. Elime doğmuştu. O müthiş ana tanıklık etmek istemiştim. Doğduğu günden beri de hiç ayrılmaksızın yaşamı paylaşıyorduk. 19 Mayıs akşamı aramızdan ayrıldı, gitti. Evet, o artık yok...

* * *




14-15 yaşlarında süt bezlerinde bir ur oluştu. Zaman içinde büyüdü. Yaşlıydı, hiç tıbbi müdahale yaptırmak istemiyor, yaşamını doğal şekilde tamamlasın istiyordum. Ama oluşan 'ur' artık patlama noktasına gelince, ameliyata dayanabileceği seklinde tıbbi verileri de aldıktan sonra ameliyat ettirdim. 
Çok iyi idi. Göğsündeki urlar alınmış rahatlamıştı. İyileşti, çabuk toparlandı. 

Ama gel gör ki, 20- 25 gün önce ön sağ bacağının içinden göğsüne doğru çok hızla gelişen ve büyüyen "kanser" yaşamını sonlandırdı. (12 Nisan 1994- 19 Mayıs 2009) Yaşlılıktan ötürü 8 aydır arka bacakları tutmamaya başlamıştı. Her zamanki yaşam seklinde değişiklik olmasın diye ben yaşam şeklimi değiştirdim. Her gün sabah/akşam beline taktığım 'bel tasması' ile çalışmayan arka bacaklarının yerine, belinden kaldırarak, ön ayakları ile olağan gezintilerimizi yapa geldik son 20 güne dek...

Öyle bir bakıyordu ki... "Ne yemek isterim, ne su. Yeter ki yanımda ol. Kokunu hissedeyim yeter bana" diyordu... Sıcak, sımsıcaktı...

Bambaşka bir ilişkiydi, bambaşka bir sevgi tattım, çok şey öğrendim onlardan. Kendini 'en akıllı', 'en zeki' türün mensubu olma böbürlenmesini (palavrasını), onun verdiği ben merkezci bakışı ve tabii kibirliliği terk ettirdi bana. Öğrendiğim en somut şeylerden biri de; insan türüne mensup bireyler olarak, diğer türlerden canlılarla kurulan ilişkinin yerinin hiçbir şeyle doldurulamayacağı...

Bu ilişkiyi ve onlarla yaşamı paylaşmayı herkese tavsiye etmek isterdim aslında. Şimdiki duygularım ve ruh halimle bir tek nedenden ötürü önermiyorum. Yaşam süreleri bizim türden çok daha kısa. İlişkinin sonu mutlaka çok acı bitiyor...

Ama bu ilişkiyi illa yaşamak ve bu ölçülemez sevgi bağını mutlaka kurmak isteyenlere hayvan bakımevlerinden (barınak), bir ya da iki hayvanın sorumluluğunu üstlenerek, onların gıdalarını ve sevgi ihtiyaçlarını karşılamalarını öneriyorum şimdi. Haftada bir iki gün ya da her gün yanlarına giderler, beraber olurlar bir süre, alıp dolaştırırlar ve yeniden ortamlarına geri bırakırlar. [Bildiğim kadarıyla İstanbul, Yedikule Hayvan Bakımevi'nde böyle bir uygulama var... (0212) 633 58 57, Meral Olcay-(0535) 712 63 90 )]


* * *


Yazı boyunca vurguladığım gibi, ben çok şey öğrendim O'ndan, onlardan. “Çaktırmadan” öğretti, öğretmek için değil, kibirsizce, yaşamı paylaşırken farkında olmadan.

Başka türle ilişkinin öğrettikleri, ne "Milli Eğitim"inki gibi kafaya vura vura, ne de ezberci. Varlıkları gibi, dostlukları da çok sahici. Çıkarsız, karşılıksız, temiz, çok temiz...



FOTOĞRAF: Solda, Sheila (Ağustos 1991 - 4 Ocak 2008), sağda, Cindy [Dalmaçyalı] (12 Nisan 1994 - 19 Mayıs 2009).




Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


Bu makale ilk olarak 16 Haziran 2009 tarihinde Sesonline.net internet gazetesinde yayınlanmıştır.] 






===================================



Sevmek zorunda değilsiniz, ama…


Öyle yetiştirildiniz. Kendinizinkinden  başka türe yaklaşamıyorsunuz. (Aslında kendi türünüzdekilere ne denli yakın olduğunuz da kuşkuludur bu durumda ya…) Korkuyorsunuz ya da tiksiniyorsunuz. Sevmek zorunda değilsiniz. Ama karşılaştığınızda bir tekme atmak zorunda da değilsiniz. 


Ya da benzin döküp yakmak. Kuyruğunu kesmek, boynuna sıkıca ip bağlamak... Evet sevmek zorunda değilsiniz gerçekten. Ama hakları olduğunu, en başta da tıpkı sizin gibi yaşama, üreme, türünü sürdürme hakkı olduğunu kabul etmek ve saygı duymak  zorundasınız…

Onlar da tıpkı sizin gibi, yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler. 

Yabani türden olan bütün hayvanlar da, kendi özel doğal çevrelerinde karada,
havada ve suda yaşama ve üreme hakkına sahiptir. 

Hayvanlara fiziki ya da psikolojik acı çektiren “deneyler” yapamazsınız. Unutmayın, hayvanlar da tıpkı sizin gibi, “hissetme yetisine” sahiptir… 


Tıp tarihçileri, yaygın bulaşıcı hastalıklara bağlı ölüm oranlarında 1900’lerden bu yana yaşanan düşüşün, beslenme ve hijyen standartlarının yükselmesine bağlı olduğunu, hayvan deneylerinden elde edilen bulguların bu gelişmede hiçbir payının olmadığını göstermiştir. Tıp alanındaki önemli gelişmelerin büyük kısmı hayvan deneylerinden bağımsız buluşlar sayesinde gerçekleşmiş: Anestezi, stetoskop, morfin, radyum, penisilin, yapay solunum, röntgen ışını, antiseptikler, CAT, MRI ve PET taramaları; bakteriyoloji ve mikrop/bakteri (germ theory) çalışmaları; kolesterol ile kalp hastalığı, sigara ile kanser arasındaki bağın keşfi; HIV virüsünün saptanması vb. Hayvan deneyleri bu ve benzeri gelişmelerde hiçbir rol oynamamış. ( Veriler Peta.org sitesinden edinilmiştir. )

Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye de yararlanamazsınız.  Çünkü, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösterilerin tümü hayvan onuruna aykırıdır...

Hayvan haklarını savunan insanlar, hayvanları “yiyecek” ya da “giyim malzemesi”, eğlence ya da deney aracı olarak kullanmanın çok yanlış olduğuna inanır; bütün hayvanların çıkarlarının en iyi şekilde gözetilmesi gerektiğini ve bir hayvanın çıkarlarının gözetilmesi için mutlaka “şirin”, “insanlara yararlı” ya da “soyu tükenme tehlikesi içinde” olmasının ya da herhangi bir insanın onları sevmesinin gerekmediğini savunurlar…

Sırası gelmişken, bir konuya daha değinmem gerekiyor. Eti için üretilen hayvanları beslemek için o kadar çok tahıl tüketiliyor ki. 
Eğer hepimiz vejetaryen olsaydık dünyada açlık olmazdı. Çünkü, eti için yetiştirilen hayvanlar, verilere göre üretilen mısır ve tahılların yüzde 70’ini tüketiyor. Dünyadaki hayvan sürüleri 8,7 milyar insanın kalori ihtiyacına denk miktarda tahıl tüketiyor... Tahmin edemeyeceğiniz kadar da su… Ahlâki olup olmadığını bir yana koysak bile; düşünebiliyor musunuz ‘sanayi tipi hayvan üretiminin’ insanlığa maliyetini?


Bunları bugün neden mi yazıyorum. Çünkü, 4 Ekim “Dünya Hayvan Hakları Günü”. Yani, tıpkı ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, işkencelere, baskılara, sömürüye karşı çıktığımız gibi, “türcülüğe” de, “bir türün başka bir tür üzerine tahakküm kurmasına” karşı çıktığımızı bir kez daha haykırmanın ve gereklerini yapmanın tam zamanı…

Özgürleşme, hayvanların özgürleşmesini de, sömürü ise; hayvanların sömürülmesini de içeriyor. Hayvanların özgürleşmesi ise; insanların özgürleşmesiyle diyalektik bir  bütünlük taşıyor, unutmayalım…




Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


Bu makale ilk olarak 30 Eylül 2006 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.] 




______________________________________________________
















Darbeler müzeye...

İlkokul birinci sınıfı bitirmiş, okumayı yeni söktürmüştüm. Eh ‘sünnet’ olma vakti de gelmişti. Yaz tatillerinin başlangıcı o zamanlar erkek çocukların ‘sünnet’ olmaları, büyüklerin de o vesile ile şöyle eş, dost bir araya gelerek bir güzel eğlenmelerine vesile olurdu.

O sıralar babam kamu görevlisi olduğundan (dönemin PTT müdürü) sık sık, bir kentten diğerine tayin olurdu. Bu kez Manisa’ya bağlı, Gediz ovasının doğu kesiminde yer alan Alaşehir ilçesinde yerleşik idik. Sünnet töreni için gerekli hazırlıklar yapılmış, davetiyeler bastırılmıştı.



DARBE GELİYOR...

Evde sünnet töreni telaşı yaşanır, davetiyelerden kent dışına gönderilecekler postaya verilmeye hazırlanırken, sabahın çok erken saatlerinde babam bir sevinç çığlığı ile zıplayıp hepimizi uyandırıverdi. O da ne? Babamın yaşadığı bu sevince bakılırsa, ‘çok iyi bir şey’ olmuştu... O sıralar başka alternatifi olmayan radyonun başına toplanmış, pür dikkat söylenenleri dinliyorduk...

Adını sonradan öğreneceğim ve ileriki yaşamımda adını sık sık lanetle anmamı sağlayacak eylemlilikler içinde olacak kalın, tok sesli bir “amca” radyodan sesleniyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri memleket idaresine el koymuştur... Nato’ya, Cento’ya bağlıyız!..” Tarih: 27 Mayıs 1960!

Hiç unutmuyorum. Rahmetli babam hemen giyinip, üst katı bizim ikamet ettiğimiz lojman olan, bahçeli binanın alt katındaki PTT’yi açıp; “iletişim için, bugün bize çok ihtiyaç olur” düşüncesi ile sabahın altısında görevli diğer memurları da evimizdeki telefonla işbaşına çağırmıştı... (O tarihte her evde telefon yoktu tabii, ama PTT çalışanlarının tümünde vardı.)

Babam apar topar ‘görev başı’ yaptıktan sonra, çocuk aklı ile olanı anlamaya çalışırken anneme, teyzeme, anneanneme sormuş onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmıştım. Evde herkes hemfikirdi. “Ordu kötü gidişe ‘dur’ demişti!..” Bizim evde herkes aynı şeyi söylediğine göre; “eh, mesele yoktu...”

Günün ilerleyen saatleri içinde bizim evin bahçesinin önünden “davul, zurna sesleri” yükselmeye başladı. Evdekiler olarak, hepimiz pencereye koştuk ne oluyor diye. Aa, ah!.. O da ne? Pek öyle, düğünde, eğlencede falan hiç oynadığına tanık olmadığım, sonraki yıllarda da hiç o halde görmediğim babam, “davul zurna tutmuş”, çevrede birikenlerle birlikte çalıp oynuyorlar...

TOPLUMA EMİRNAME

Alaşehir’de ve Türkiye’nin başka evlerinde durum aynı mıydı, herkes ‘sevinç’ içinde mi idi, onu daha sonraki yıllarda çok daha iyi anlayacak ve kavrayacaktım. Ama o an bizim evde durum böyleydi. Evde babamın başını çektiği ‘sevinç’, Haziran’ın ilk haftalarında bizim “sünnet” günü yaklaşırken aniden bir sessizliğe ve kızgınlığa dönüşüverdi. Sonradan çok sık duyacağım ‘Sıkıyönetim’ sözcüğünün o zamanki adı olan “Örfi İdare”yle çocuk yaşımda tanışmış oldum. Evdeki sessizliğin nedeni de buydu işte. Bizim “sünnet” yatmıştı!.. Davetiyeleri basılan, hazırlıkları yapılan “tören”, evcek o kadar sevinçle karşıladığımız “ihtilal”le berbat olmuştu. Çünkü, kente ve ilgili birimlere çeşitli kanallardan iletilmek üzere yayınlanan Milli Birlik Komitesi bildirilerinden birinde şu “emir” yer alıyordu. “İkinci bir emre kadar, 3 kişinin bir araya gelmesi YASAKTIR!.. Nişan, nikah, düğün vb. toplantılar da ertelenmiştir!..”

Sonradan babam, ilçedeki askeri yetkililere gide gele, görüşe görüşe, davetiyelerde yazılan tarihten epey bir zaman sonra gereken “izni” koparmıştı da, benim sünnet de gerçekleşebilmişti. Tabii davetiyeler ve hazırlıklar da sil baştan...

DARBE ZEMİNİ OLUŞTURMA GÖREVİ

Şimdi o günlerden kalma kalın ciltli bir kitap var elimde. “Ak Devrim” adını taşıyan kitap, hemen ilk yaprağında “Başbakanlık Devlet Basımevi, 1960” ibaresini taşıyor. O zamana göre, “lüks” sayılan bir baskı kalitesine sahip kitap, 27 Mayıs öncesini ve sonrasını darbecilerin gözünden fotoğraflı bir şekilde anlatıyor. Darbecilerin bir nevi “resmi tarih” çalışması yani. O zamanlar tüm devlet kurumlarına dağıtılmış. 1971 yılında da, babam bana armağan etmiş. Cildi biraz yıpranmış diye, tarafımdan ciltlettirilmiş.

İki kez üst üste yapılan seçimlerde, halk oyu ile açık ara iş başına gelmiş bir hükümeti silah zoru ile, zorbalıkla devirme çabalarının panoraması. Bu yazıyı kaleme alırken yeniden göz gezdirdim kitaba. Bugünkü çabaları çok çağrıştırıyor. Cuntaların faaliyetleri, meşru hükümeti devirme gayreti ile kurulan ittifaklar apaçık. Hukukçuların yürüyüşü, Üniversite profesörlerinin cüppeleri ile yürüyüşü. “Ordu-Gençlik el ele” pankartları. Sıklaşan Anıtkabir ziyaretleri. Demokrat Parti yöneticilerinin, hükümet aleyhine gösterilere katılan öğrencileri öldürüp, ‘et kıyma makinelerinde’ imha ettikleri yalanı, daha neler, neler...

DARBELER MÜZEYE...

Geçenlerde Genç Siviller’in, 27 Mayıs darbecilerinin göstermelik mahkemelerini kurdukları ve seçilmişlere zindan ettikleri Yassıada’yı “Demokrasi Adası” yapma ve orada kurulacak bir müze ile, “Darbeleri müzeye kaldırma” kampanyası kapsamında düzenledikleri Yassıada etkinliğine katılmıştım. Dönemin Demokrat Parti mensuplarının yakınlarının da katılımıyla “mahkeme salonunda” gerçekleşen toplantıda idamdan dönen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu Emine Gürsoy da konuştu. Gürsoy’un anlattıklarını dinlerken, geçmiştekilerle bugünkü girişimlerin ne kadar paralellikler taşıdığını düşündüm. Türkiye’de yaygın olarak ilk kez darbecilerin yargılanmaya hazırlanıldığı şu günlerde evi aranan, ifadeye çağrılan ya da gözaltına alınan, tutuklanan kimi kişiler için söylenenler aklıma geliverdi birden: “Canım, bu saygın kişiler mi darbeci, şu profesörler mi darbeci? Bu dava komplo...”



Tarih belgeleri de açıkça gösteriyor, belgeleri inceleyen Emine Gürsoy da söylüyor. Unutmamak gerekir, silahı eline alıp son noktayı koyan darbeci kadar, akıl hocaları ve darbe zemininin yaratıcıları da suça ortaktır. “Burada aslında 'milli irade' yargılandı. Darbeciler büyükbabamın da içinde bulunduğu çok sayıda tutukluyu ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Darbe destekçisi profesörler, Anayasa hukukçuları, yapılana kılıf uydurmada darbecilere yol gösterdi. Onlara, 'bu tutukladığınız kişilere yönelik 'somut suçlar bulmazsanız, o suçlara istinaden bir yargılama yapmaz ya da yapamaz iseniz, siz 'suçlu' durumuna düşersiniz...' şeklinde yönlendirmelerde bulundular. Onların bu telkinleri ve yönlendirmeleri ile darbeciler (bugün komik duruma düşen)çeşitli suçlar yarattılar, düzmece davalar açtılar. Yine bu darbeci profesörler, idamlar için de çok yol gösterici oldular...”

* * *

Sonradan her darbenin kendi Anayasasını hazırlamasına yol açan bir darbenin, meşru iktidarı alaşağı etmede kitle tabanı yaratmak için yürürlüğe koyduğu Anayasayı bir dönem de olsa “özgürlükçü” diye savunduğum için kendimle yüzleşiyorum. Sonraki darbelerden çok çekmiş, yaşamını sol, sosyalist siyasi mücadeleler içinde geçirmiş biri olarak o darbede yakınlarını kaybeden, acılar çeken herkesten, birey olarak, yurttaş olarak “özür diliyorum!..”

27 Mayıs da, ‘devrim’ falan değil, apaçık, düpedüz bir darbe idi. Favori darbesi olanlara duyurulur...



Yalçın Ergündoğan, 27 Mayıs 2009, Sesonline.net






* * *




=======================================================