21 Şubat 2008 Perşembe

Hayvan özgürleşmesi, insan özgürleşmesidir...


WikiLeaks, 'Stratfor' (gölge istihbarat örgütü) dosyasını açtığında, Coca-Cola'nın ‘Gölge CIA’ diye bilinen Stratfor’a hayvan hakları örgütü PETA’yı izletmiş olduğunu da öğrendik. Stratfor’un sayısız “büyük” müşterilerinden Coca-Cola, hayvan haklarını savunan ve dikkat çekici, gündem belirleyen protestolarıyla öne çıkan ABD merkezli 'Hayvanlara Etik Davranış İçin Mücadele Edenler Birliği' (PETA)'yı izletmiş ve örgüt hakkında istihbarat istemiş. 


2005 yılında da, FBI, ABD'nin en büyük tehlikesinin, çevreciler ve hayvan hakları savunucuları olduğuna ilişkin bir alarm vermişti. ABD'nin genel anlamda 'terörist' eylemlerden, El Kaide gibi yabancı yapılanmalar dışında çevreci ve hayvan hakları gurupları gibi sivil toplum kuruluşlarını sorumlu tutması o dönemde, Senato'daki Çevre ve Sosyal Hizmetler Komitesi'nin şaşkınlığına ve tepkisine neden olmuştu. Suçlamaları yapan FBI yetkililerinin en çok üzerinde durduğu iki grup, ABD merkezli gruplar olan Hayvan Kurtuluş Cephesi 'Animal Liberation Front' (ALF) ve 
'Dünya Kurtuluş Cephesi' (Earth Liberation Front (ELF) olmuştu. Bu gurupların yanısıra, çevreciler ve hayvan hakları savunucularından oluşan listeye, FBI İngiltere merkezli Huntingdon'daki "Hayvan Zalimliğine Son Örgütü" (SHAC)'nü de katmıştı. SHAC, Huntingdon'daki Yaşam Bilimleri Laboratuvarı'nda engelli hayvanları iyileştiren ve dünya çapında örgütlendiğini belirten bir kuruluş. SHAC ise; o tarihte yaptığı açıklamada dünyanın hiçbir yerinde illegal eylemlere destek vermediklerini,amaçlarının hayvanlara yönelik zalimliği durdurmak olduğunu belirtmişti…

Egemen güçler tarafından bu denli tedirgin edici bir hareket olarak görülmeye başlayan hayvan hakları mücadelesi hangi temeller üzerinde yükseliyor, beraber bakalım.



1871 yılında birçok bilim insanı, Charles Darwin’in ortaya çıkardığı evrim kuramını kabul etmeye başladı. Darwin’in İnsanın Türeyişi kitabı yayımlandıktan sonra insanlar ilk kez tanrının kendi suretinde yarattığı ve diğer hayvanlardan ayrı tuttuğu canlılar olmadıklarını, tam tersine diğerleri gibi birer hayvan olduklarının farkına vardılar. Darwin’in evrim kuramının ortaya atıldığı yıllarda insanlar hayvanları aşağı canlılar olarak görüyorlardı. Darwin’in evrim kuramıyla birlikte insanlarla hayvanlar arasın­daki farkların genellikle varsayıldığı kadar büyük olmadığı dikkate değer bir düşünce olarak gelişmeye başladı.

İnsanlık tarihinin çeşitli evrelerinde gelişen ve yaşanan gelişmeler, insan türünün bir entelektüel devrim yaşamasına da vesile oldu. Ne var ki, insan hâlâ diğer türler üzerin­de büyük bir zorbalık uyguluyor, günümüzde kapitalist üretim ilişkilerinin yol alması ile insan türü, muhtemelen hayvanlara tarihin bütün dönemlerinden daha fazla acı çektirir hale geldi.

Hayvan hakları kuramcılarının önde gelenlerinden Gary L. Francione’a göre, “Hayvanlar sadece meta olarak görülmeye devam ettikleri sürece, onlara karşı uygu­lan muamelelerde anlamlı farklılıklar gerçekleşmez.” Günümüzde insan türünün ortak aklı, çeşitli zihinsel değişimler geçirmiş olsa da, hayvanların meta olarak görülmesi yaklaşımında maalesef köklü bir değişiklik olmamıştır…”

Günümüzde, özellikle de Türkiye’de, “hayvan korumacılık” ya da “hayvan severlik” diye algıladığımız şey tümüyle hayvan haklarını kapsamıyor.

Gündelik yaşamda karşı­laştığımız sokak hayvanlarına ve onları korumaya yönelik bilgileri ve yaklaşımları içe­riyor. Oysa ki, dünyada hayvan hakları mücadelesinin çok daha geniş boyutlar aldığını, bu mücadelenin tıpkı insan hakları mücadelesi gibi, cinsiyet ayrımcılığına, ırkçılığa karşı mücadele ve benzeri hak mücadeleleriyle eklemlendiğinin farkındayız artık.

Hayvan Özgürleşmesi kitabının yazarı felsefeci Peter Singer hayvan hakları konusuna şöyle yaklaşıyor:

“Siyah Özgürleşmesi, Eşcinsel Özgürleşmesi vb. hareketlere aşinayız. Kadın Özgürleşmesi hareketinin de doğmasının ardından bazı kişiler bu yolun sonuna gelindiğini dü­şündüler. Cinsiyet temeline dayalı ayrımcılık, evrensel olarak kabul edilen, gizlemeye gerek duyulmadan uygulanan, eskiden beri ırksal azınlıklara karşı hiçbir önyargıları olmamasıyla övünen liberal çevrelerde bile geçerli olan son ayrımcılık biçimidir, dendi. Ama ‘son ayrımcılık biçimi’ ifadesini kullanırken daima dikkatli olmalıyız.


Daha sonra, insanlar ve insan dışı hayvanlar arasındaki bariz farklılıklara rağmen, acı çekme yetisi açısından onlarla aramızda bir fark olmadığını ve bu durumun onların da tıpkı bizim gibi çıkarları olduğu anlamına geldiğini belirtmiştim. Sırf bizimle aynı türe mensup olmadıkları gerekçesiyle onların çıkarlarını göz ardı eder ya da önemsiz görürsek, kaba ırkçıların ve cinsiyetçilerin mantığını benimsemiş oluruz. Irkçılar ve cinsiyetçiler de, kendi ırklarına ve cinsiyetlerine mensup kişilerin, diğer tüm özellikle­rinden ve niteliklerinden bağımsız olarak, sırf bu özelliklerinden dolayı daha üstün bir ahlaksal statüye sahip olduklarını düşünürler. Çoğu insan akıl yürütme yetisi ve diğer zihinsel yetiler açısından insan dışı hayvanlardan daha üstün olabilir; ama bu, insanlarla hayvanlar arasında çizdiğimiz çizgiyi haklı çıkarmaya yetmez…”

Gündelik dilde sık sık kullanageldiğimiz “hayvan sever” ya da “hayvan korumacılar”la, “hayvan hakları savunucuları”nı birbirinden ayırmak gerekiyor. İlk iki gruptakiler ile “hayvan hakları savunucuları”nı kalın çizgilerle ayırt eden en önemli nokta, hay­van hakları savunucularının ayrım gözetmeksizin tüm hayvan türlerinin hakları ve özgürlüklerini savunmasıdır. Hayvan haklarını savunanlar, hayvanları “yiyecek” ya da “giyim malzemesi”, “eğlence” ya da “deney aracı” olarak kullanmanın çok yanlış olduğuna ve bu davranışla mücadele edilmesi gerektiğine inanır.





Hayvan hakları konusunda, alışılmış kavrayışa, karşı çıkış yaklaşımı üzerine konuya kafa yoranlardan Tom Regan şöyle der:

“Bireyler eşit içsel değere sahipse, onlara gösterilecek muameleyi bir adalet meselesi olarak belirleyen her ilke, onların eşit değerini göz önüne almalıdır. Şu ilke (saygı il­kesi) bu koşulu yerine getirir: İçsel değere sahip bireylere, içsel değerlerine saygılı bir şekilde davranmalıyız. Saygı ilkesi, eşitlikçi, mükemmelci olmayan bir biçimsel adalet yorumu ortaya koyar. Bu ilke, içsel değere sahip bazı bireylere (örneğin sanatsal ya da bilimsel erdemlere sahip olanlara) göstereceğimiz muamele için geçerli olmakla kal­maz, içsel değere sahip bütün bireylere içsel değerlerine saygılı bir şekilde muamele etmemizi emreder, dolayısıyla bir yaşamın öznesi olma kriterine uyan bütün bireylerin saygın muamele görmesini şart koşar. Ahlaken ister etkin ister edilgin olsunlar, biz bu varlıklara eşit içsel değerlerine saygılı şekilde muamele etmeliyiz.

Hayvanlara saygı göstermek, bir nezaket meselesi değildir, bir adalet meselesidir. Çocuklara, zihinsel gelişimini tamamlamamış olanlara, demanslı yaşlılara ya da ahlaken edilgin diğer varlıklara karşı görevlerimizin temelinde, ahlaken etkin varlıkların “duygusal ilgileri” yatmaz; onların içsel değerine saygı duyulması yatar. Ahlaken etkin varlıkların ahlaken ayrıcalıklı konumda oldukları anlayışı, mitten ibarettir.

Hayvan hakları kuramı için sunduğumuz argümanlar bunlar. Eğer bunlar sağlamsa, hayvanlar da bizim gibi bazı temel haklara sahip demektir.(özellikle de, içsel değer sahibi varlıklar olarak adalet gereği hak ettikleri saygılı muameleyi görme hakkına.)"




TÜRCÜLÜK DE, IRKÇILIK GİBİ...

Bir hayvanın güzel ya da cana yakın olması, sevimliliği gibi ölçütler hayvan hakları savunucularının mücadelesinde belirleyici değildir. Hayvanları sevmek zorunluluğu yoktur. Ama haklarına saygı göstermek zorunludur. Hayvan hakları savunucuları, bütün hayvanların çıkarlarının en iyi şekilde gözetilmesi gerektiğini düşünür ve bir hayvanın çıkarlarının gözetilmesi için o hayvanın mutlaka “şirin”, “insanlara yararlı” ya da “soyunun tükenme tehlikesi içinde olması”nın ya da herhangi bir insanın onları sevmesinin gerekmediğini savunur. Bu düşünce ve yaklaşım uyarınca “sanayi tipi üre­tim” olarak adlandırılan ve hayvanların en ağır işkenceler altında bulunduğu hayvan üreticiliğine karşı çıkar.

HAYVANLARIN DENEYLERDE KULLANILMASI

Hayvanların özgürleşmesinin insanların özgürleşmesiyle diyalektik bir bütünlük taşı­dığı unutulmamalıdır.

Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler. Yabani türden olan bütün hayvanlar da, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üreme hakkına sahiptir.

Hayvanlar tıpkı insanlar gibi, hissetme yetisine sahiptir. Oysa, tüm dünyadaki karşı çıkışlara rağmen hayvanlar üzerinde onlara fiziki ya da psikolojik acı çektiren deneyler yapılabiliyor.

PETA’nın (People For The Ethical Treatment of Animals /Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Derneği) yaptığı kaynak taramaları ve elde ettiği verilere göre, tıp tarihçileri, yaygın bulaşıcı hastalıklara bağlı ölüm oranlarında 1900’lerden bu yana yaşanan düşüşün, beslenme ve hijyen standartlarının yükselmesine bağlı olduğunu, hayvan deneylerinden elde edilen bulguların bu gelişmede hiçbir payının olmadığını göstermiştir. Tıp alanındaki önemli gelişmelerin büyük kısmı hayvan deneylerinden bağımsız buluşlar sayesinde gerçekleşmiştir: Anestezi, stetoskop, morfin, radyum, penisilin, yapay solunum, röntgen ışını, antiseptikler, CAT, MRI ve PET taramaları; bakteriyoloji ve mikrop/bakteri çalışmaları; kolesterol ile kalp hastalığı, sigara ile kanser arasındaki bağın keşfi; HIV virüsünün saptanması vb. Hayvan deneyleri bu ve benzeri gelişme­lerde hiçbir rol oynamamıştır. Deney verileri, iki milyonu aşkın üyesiyle dünyanın en büyük hayvan hakları örgütü olan Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Derneği’nin (PETA, People For The Ethical Treatment of Animals) http://peta.org sitesinden edinilmiştir.





İnsan türü, ben merkezci. Kibirli. En “akıllı”, en “zeki” hayvan türü olduğu iddiasında. Hatta kendisini bir hayvan türü olarak dahi görmüyor. Tüm dünyada, “en akıllı” olduğunu sanan insan türünün içinden daha akıllı olduğunu iddia edenlerin kurduğu düzenlerin bugün vardığı nokta, “kâr daha fazla kâr” güdüsüyle varlığını ancak sürdü­rebiliyor. Bu durum da her şeyin alınıp satılabilir hâle dönüştürülmesine neden oluyor. Doğaya da, canlı yaşamına bakışta da bu yaklaşım etkili. Diğer tüm canlı türleriyle birlikte üzerinde yaşadığımız gezegen, “insan türü”nün açık tehdidi altında. Bu teh­didi durdurmak mümkün elbette.

Doğanın da hayvanların da ne kendilerini savunacak avukatları, ne çıkarlarını ko­ruyacak sendikaları, ne de oy hakları var. Tam da bu nedenle, tüm canlıların yaşam haklarını savunan, onlarla birlikte, yaşamı eşit ve adilce paylaşabilmek için, türcülüğü reddeden bir noktadan baskı ve sömürüye karşı çıkan duyarlı insanlara çok iş düşüyor. Unutmamak lazım ki; dünya yalnız bizim değil...

___________________



KAYNAKLAR VE İLGİLİ KİTAPLAR

- Anna E. Charlton, Sue Coe, Gary L. Francione. 2005. Sol Neden Hayvan Haklarını Desteklemeli? Birikim 195: 51-55.

- Birikim Dergisi. Say: 195 (2005). Hayvan-İnsan: Hak, Şefkat, Sorumluluk.

- Boria Sax. 2006. Toplumun Aynasında Karga. İstanbul: Kitap Yayınevi.

- Celal Ülgen ve Coşkun Onan, yayına hazırlayanlar. 2010. Türk Hukukunda Hayvan Hakları Mevzuatı: Yasa-Yönetmelik-Genelge Ve Yararlı Bilgiler. İstanbul: İstanbul Barosu Yayınları.

- Gary L. Francione. 2008. Hayvan Haklarına Giriş: Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi? İstanbul: İletişim Yayınları.

- Notos 21 (2010). Hayvan Hakları, Hayvanlar İçin Hukuk, İnsanların Hayvanlara Ettikleri.

- İsmet Sungurbey. 1999. Hayvan Hakları. İstanbul: Maltepe Üniversitesi Yayınları.

- Jeffrey Moussaief Masson. 2003. Köpekler Aşk Hakkında Asla Yalan Söylemez. İstanbul: Kitap Yayınevi.

- Konrad Lorenz. 2006. Hz. Süleyman’ın Yüzüğü. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.

- Leslie Irvine. 2011. Biz ve Onlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

- Marc Bekoff. 2002. Düşünen Hayvanlar. İstanbul: Kitap Yayınevi.

- Michael Tobias. 2006. Öfke. İstanbul: Versus Yayınları.

- Peter Singer. 2005. Hayvan Özgürleşmesi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

- Peter Singer. 2005. “Hayvan Özgürleşmesinin 30. Yılı”, Birikim 195: 22-30.

- Tamer Dodurka. 2005. Köpeklerde Davranış Sorunları: Genel Bir Yaklaşım. İstanbul: Remzi Kitabevi.

- Tom Regan. 2007. Kafesler Boşalsın. İstanbul: İletişim Yayınları.

- Tom Regan. 2005. Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar. Birikim 195: 31-36.

- Yalçın Ergündoğan. 2009. Yaşam Savunusu. İstanbul: Belge Yayınları.

- Hazırlayanlar: İrfan Aktan, Serap Öztürk, Zelal Ayman, Ali Fuat Sütlü, Nazmiye Güçlü, Cengiz Çiftçi, Celal İnal, Arzu Kaykı, Yalçın Ergündoğan, Şadiye Dönümcü, İbrahim Vurgun Kavlak, Cihan Uzunçarşılı Baysal. 2011 (2. Baskı) Türkiye’de Hak Temelli Sivil Toplum Örgütleri Sorunlar ve Çözüm Arayışları. Ankara: STGM Yayınları.





[Bu makale, Altüst Dergisi'nin Nisan-Mayıs 2012, 6. sayısında yayınlanan aynı adlı makalenin genişletilmiş halidir...         4 Ekim 2012, Sesonline.net]






* * *


Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


_________________________________
























9 Şubat 2008 Cumartesi

İkinci yaşam ve ‘3 B’ // Yaşam saat ve takvim


İkinci yaşam ve ‘3 B’

Teoman’ın kendine özgü duygulu sesiyle dillendirdiği “Paramparça” adlı şarkısının müziği belleğimden kulaklarıma akarken, müziğin ritmi ile şarkının sözlerini mırıldanıyorum:
“Saatim yok tam olarak bilemem / Biraz bira, biraz şarap önceydi/ Nasıl oluyor; vakit bir türlü geçmezken / Yıllar, hayatlar geçiyor?/ Kayıp bir bavul gibiyim havaalanında / Ya da boş bir yüzme havuzu sonbaharda / Çok mu ayıp hâlâ mutluluk istemek? / Neyse zaten hiç halim yok / Bugün benim doğum günüm / Hem sarhoşum, hem yastayım / Bir bar taburesi üstünde / Babamın öldüğü yaştayım/ Bugün benim doğum günüm / Kelimeler büyüyor ağzımda / Bildiğim bütün hayatlar / Paramparça / Takatim yok, yine de telefona sarıldım / Son bir özür için tüm sevdiğim kadınlardan / Aradım, mesajlar çıktı kapattım / Telesekretere konuşamayanlardanım / Bugün benim doğum günüm...”


* * *





Aslında doğum günüm olsa idi bu gün, belki bu denli bir duygu çağrışımı yaratmazdı bende. Çok yıllar geçti o günden bu yana. Oturup üzerine bir yazı yazmak da, aklıma gelmedi hiç. Ama söz konusu olan ‘ikinci bir doğum günü’ ise; ister istemez bir heyecan yaratıyor ki; bu satırlar dökülüverdi kalemimden. Şarkı sözünde dendiği gibi yıllar, hayatlar ne çabuk geçiyor. Aslında genç yaşında ölen, babamın öldüğü yaşı da geçtim...


* * *

Şimdi profesör olan, o zaman doçentliğinin son demlerindeki beyin cerrahı Dr. Tayfun Dalbastı ve dünyaca tanınan, alanında otorite kabul edilen Prof. Dr. Nurcan Özdamar gibi bilim insanları ve çalışma ekibinin gayretleri ile 6 Mart 2007’de geçirdiğim beyin ameliyatı sonrası yeniden doğmuş ‘gibi’ oldum. “Gibi” deme diyorlar bana... “Yeniden doğdun, ikinci yaşamındasın!..”



Yaşama dönüp kendime geldiğimde teşekkürüme karşılık Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin bu değerli hocaları “biz bir şeyler yaptık, ama tesadüfler zinciri yaşamda kalmanı sağladı. Unutma ki; ‘ikinci yaşamındasın’, değerini bil” demişlerdi. 

İlk kez 2 aylık bir zorunlu aradan sonra 5 Mayıs 2007 tarihinde yazdığım “Yaşam, saat ve takvim” başlıklı sizlere ve yaşama “yeniden merhaba” diyen yazımda başıma gelenleri ve başımdan geçenleri anlatmış, “yaşamak, her şeye rağmen güzel” demiştim. Yaşama tutunmama neden olan, ameliyat, rastlantılar, doktorların mahareti... ise de, çok önemli bir diğeri de doğrudan ziyaret, telefon ve çok sayıda sıcak okur ve dost mektupları idi tabii ki. Beni çok duygulandıran mektuplardan biri de Yaşam, saat ve takvim” başlıklı dönüş yazımdan sonra değerli yazar, sanatçı, sevgili dost Bilgesu Erenus’tan gelendi. Saklamıştım. Şimdi sizlerle paylaşıyorum:

Sizi geçen yılın temmuzunda (2006) tuttuğum bir notla selamlamak istiyorum: "Az önce BirGün Gazetesi'nden Yalçın Ergündoğan'ın ‘11 Numara ve Tecrit’ yazısını okudum. Ne güzel duyup, duyurmuş! Yazı, 'Kara kaplı kitaplarınızdaki hiçbir "suçun" karşılığı bu olmamalı, kaldırın şu tecriti!' diye bitiyor. Harika bir anlatım!
O gün ben tecritte değil, yönetim masasındaydım ve soluk soluğa notlar alıyor ‘Yaşananları, gözlemlerimi mutlaka yazıya geçirmem gerek!’ diyordum. Sanatın, tiyatronun dili, yaşanan acımasız sansürü sonunda kırdı; sanat ve tiyatro toplumsal görevini yerine getirdi işte! Önlenebilir trajedi, tecrit artık kitlelerce bilinecek. Yalçın Ergündoğan, 11 numara yazmış, ben yazmasam da olur!"
Sağlığınıza kavuşmanızın sevinciyle yazıyorum.
Halkın, “soluğu bile faydalı”, diye bir tanımı vardır; onlardansınız, takvimlerden hiç eksik olmayın. Sevgilerimle. Bilgesu”


* * *

“Askeri çözüm” yanlısı “3 B” birbirine girdi. Büyükanıt, Baykal ve Bahçeli'nin son günlere damgasını vuran sert tartışmalarındaki maksat; “siyaset” yerine “sertliğin” nasıl daha iyi uygulanabileceği üzerine... Ama, yaşamın cilvesi mi desek, yoksa ‘paradoks’ mu? Tartışma aslında maksadı ‘o’ olmasa da; ‘demokrasinin önünü açıcı’ bir işlev de gördü. Eleştirilemez sanılan eleştirildi, bir tabu daha yıkıldı...
Bugün, benim ‘doğum günüm’...





Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


Bu makale ilk olarak 8 Mart 2008 tarihinde BirGün gazetesi ve Sesonline.net internet gazetesinde yayınlanmıştır.] 




* * *




===============================================




Yaşam saat ve takvim


Geçen hafta eve dönüp, bilgisayarımın başına yeniden geçtiğimde dikkatimi ilk çeken şey masamın üzerinde duran takvim oldu. Yeni bir güne başlarken, her eskiyen günün üzerine bir çarpı koyduğum takvim bıraktığım yerde, en son çarpı koyduğum günde durmuştu. O an anladım. Günlük çalışma ve koşuşturmaca içinde hiç anlaşılamayan zaman, benim için durmuştu.

Ertesi gün gazeteye gittiğimde, aynı duyguyu bir kez de orada yaşadım. Gazetedeki masamın üzerindeki takvim de aynen bıraktığım gibi duruyor. Ben işaretlemediğim, üzerine çarpı koymadığım için birer birer çabucak akıp geçiveren günler öylece kalmış, zaman durmuş.



Tıpkı, 6 Mart’ta Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Beyin Cerrahisi ameliyathanesindeki gibi.

Geçirdiğim ameliyat öncesi, anestezi uzmanı kadın doktorun kolumdan zerk ettiği ilaçtan sonra bana; “Yalçın bey, yaptığım ilaç biraz başınızı döndürecek, endişelenmeyin” demesinden sonra sırt üstü yattığım ameliyat masasında, tepemde duran aydınlatma ışıklarının birden bire dönmeye başlaması üzerine ağzımdan çıktığını anımsadığım son cümle; “evet doktor hanım, başım dönmeye….” Sonra, sonrası yok.

Film orada kopmuş. Yaşamla ölüm arasını belirleyen demek bu kadar ince bir çizgi imiş. Bizzat yaşayarak tanık olmak da başka bir şeymiş demek…

İşte ‘o an’. Bilinç açılıp, yeniden düşünmeye başlayınca ‘o an’ daha bir anlam kazanıyor:

- “Ya uyanmasaydım?!”

Masamdaki takvim öylece kalacaktı. Son işaretlediğim eskiyen günde…

Her sabah doğmasına alıştığım güneş doğmayacaktı benim için. Sevdiklerimi bir kez daha görmeyecektim. Çok sevdiğim ve özenle koruduğum kitaplarım, kütüphanem öylece kalacaktı bensiz.

“Güzel günler göreceğiz çocuklar” umuduyla ve itici gücüyle baskı ve sömürünün ortadan kalktığı eşit ve özgür bir dünya yaratma mücadelesi ‘bensiz’ sürecekti demek ki…

Neyse ki uyandım. Gözlerimi açtım. Gözüme ilk takılan, ‘yoğun bakım’ bölümünün duvarında asılı duran kocaman takvim ve saat oldu. Hangi gündeydik, anımsadım. Takvim de aynı günü gösteriyordu. Demek yaşadığım boşluk aynı gün içindeydi, ama saat ilerlemişti…


* * *



Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin Cerrahisi bölümünde, İstanbul’da geçirdiğim beyin kanamasının nedenlerini titizlikle araştırarak, tıp tarihinde ender rastlanan oluşumu ortaya çıkarıp yaşamda kalmamı sağlayan ameliyatı gerçekleştiren Doçent Dr. Tayfun Dalbastı (geçtiğimiz ay Profesör oldu) ve alanında dünyaca tanınan ve otorite kabul edilen Prof. Dr. Nurcan Özdamar gibi bilim insanları ve çalışma ekibi sayesinde kâbus bitti… Her ne kadar, onlar; “biz bir şeyler yaptık, ama tesadüfler zinciri yaşamda kalmanı sağladı. Unutma ki; ‘ikinci yaşamındasın’, değerini bil” deseler de…


* * *





Yazılarıma ara vermek durumunda kaldığım günlerde Hrant Dink’in katilleri hâlâ bulunamamış. Dünyada, küresel ısınma artmayı, insanlık da aymazlığını sürdürmüş. Tükiye Kyoto Protokolü’nü hala imzalamamış. Doğa ve hayvan katliamları hiç eksilmeden artarak sürmüş…

Tüm hazırlıkları yapılmış ‘darbe girişimi’nin günlükleri yayımlanmış. Darbeciler değil de, günlükleri yayınlayanlar yargılanmış. En büyük darbeyi de , günlükleri yayımlayan Nokta dergisi kapanarak yemiş!

Ve… 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, 12 Mart 1971 ile 28 Şubat 1997’den sonra 27 Nisan 2007 akşamı geceyarısına yakın bir “muhtıra” daha verilmiş. ‘Postmodern darbe’den sonra, Bu kez de bir ‘e-muhtıra’mız olmuş.

30 yıl önce 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nı kana bulayan tertibin faillerinin bulunmasını ve katliamın kurbanlarını anmak isteyen topluluğu Taksim Alanı’na sokmamaya ant içmiş hükümet ve yerel yöneticiler, İstanbul’da yaşamı durdurmuş, tüm İstanbullulara yaşamı dar etmişler…


* * *



Ne dersiniz, çok fazla bir şey kaçırmamışım aslında değil mi?… Ama, yaşamak her şeye rağmen güzel. Hele bir de “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine” olursa…

Nerede kalmıştık?..


Yeniden merhaba!..





Yalçın Ergündoğan
 X: @Y_Ergundogan    Threads:  @Yergundogan
Mastodon:  @Yergundogan    E-Posta: yalcin.ergundogan@gmail.com


Bu makale ilk olarak 5 Mayıs 2007 tarihinde BirGün gazetesi ve Sesonline.net internet gazetesinde yayınlanmıştır.] 



______________________________________________